#yaşam hakkı

Hayvanlara gaddarlıkla davranmama zorunluluğuna işaret eden bütün ateşli itirazlara rağmen onlar söz birliği etmişcesine istisnai durumlar dışında (mesela meşru müdafaa gibi durumlar dışında) hayat almamak gibi bir sorumluluğumuz olduğunun altını çizmiyorlar. Aslında gerçek şu ki; eğer bu akşam yemekte et yiyorsanız sizin için bir inek öldürülmüş demektir. İneğin ne kadar “insancıl” ortamlarda yetiştirildiği başka, öldürülürken ineğin yaşama hakkının ihlal edilip edilmediği ise bambaşka bir şey. Hayvan haklarını savunan her ciddi insan aradaki farkı bilir; bu insanlar hem çiftlik hayvanları kaçınılmaz olarak acı çektiği için, hem de onlar için en son zarar noktasının ölüm olduğunu bildikleri için hayvan eti yemekten uzak duruyorlar.

Bir hayvan hakları savunucusu olarak, tüm yaşamsal yaşamın eşit derecede değerli olduğunu kabul ediyorum, hepsi de Dünya'da yaşama hakkına sahip, aynı yaşama hakkına sahip, sömürü, kölelik, işkence, taciz ve cinayetten arınmış. İnsanları diğer tüm yaşamlar boyunca yükselten türetme, tarihteki en büyük dehşetlerin sebebidir.

Bana göre, kundaklama “mal/mülk/eşyaya zarar verme” sınıfına girmiyor, tersine hayatı tehlikeye sokan eylemler kategorisine düşüyor. ALF hiçbir insanın hayatına zarar vermediği iddiasıyla övünüyor; ama kundaklama eylemleri kuşkusuz bir şekilde ister bir fare, sıçan ya da örümcek olsun hayata mal oluyor. Elbette hiç kimse her bir kuytu köşesini araştıramaz. Tavuk üretim çiftliklerinin ya da laboratuvarların; küçük bir yaratığın varlığı bir insanın varlığı gibi değildir, bu hayvanlar yangın alarmlarından, ya da acil durum çıkışlarından bir şey anlamaz. Eğer birisi söz konusu eylem sırasında orada bir insanın bulunmamasına gösterdiği özeni örneğin örümceklerin de olmamasına da aynı şekilde göstermiyorsa o zaman sadece bir hayatı tehlikeye atmakla kalmıyordur, bu aynı anda pratik bir tür ayrımcılığıdır.

Milletvekili olduğumda eski dönem vekillerden bir büyüğüm, “hayvanlarla uğraşıp kendini hafife aldırma” demişti. Mesele katır ya da köpek meselesi değildir sadece. Bu bir hayata bakış, tüm yaşam hakları arasında ayrım gözetmeden, hepsini aynı anda, öncelemeden ciddiyetle savunma inancıdır. Bu başkalarının bakmadığı, kıyıda köşede kalmış mağduriyetleri bulup çıkarmak ve birlikte çözüm kervanına atmaktır.

Şiddeti ve zulmü tümüyle hayatından çıkarmak isteyen; hayvanların yaşam hakkına saygı duyan ve bu nedenle de uçan, koşan, yürüyen, yüzen, gözleri ve bir annesi olan hiçbir canlıyı yemem diyen barışçıl bir insan olsanız da, genel tercihin dışındaysanız, yalnız kalırsınız. “Acaba Türkiye’deki tek vegan ben miyim?” diye düşündüğüm çok olmuştur. Bu gibi durumlarda çok önemli bir soruyu kendinize sorup tercihinizi tekrar net şekilde ortaya koyarsanız, yalnızlığı da aşarsınız: “Yalnızlık mı, vicdan huzursuzluğu mu?

Canlıların varolma hakkı tartışılamaz ve hiçbir canlının varoluşunu haklı göstermesine de ihtiyaç yoktur. "Zararlı türler" ve "zararlı otlar" sözleri, bitkilerin ve hayvanların bize hizmet etmek için varolduğunu ve üzerlerinde hiçbir sınır tanımayan bir hakka sahip olduğumuzu savunan, yüzyıllar öncesinden gelen bir önyargının yansımasıdır. Bu ifadeler benmerkezciliğimizin, (ya da insanmerkezciliğin) cahilliğimizin ve dar görüşlülüğümüzün doğrudan ifadesinden başka bir şey değildir. Gerçekte, başka birçokları arasında bir türüz biz de, o kadar. Bu arada, yok olmalarından bütünüyle sorumlu olduğumuz, sayıları gittikçe artan, yeryüzünden silinmiş türlere bakacak olursak, doğanın dengesine ve yaşam çeşitliliğinin korunmasına zararlı tür nitelemesini, diğer tüm türlerden daha çok hak eden biz oluruz herhalde.

Liste
Yükleniyor…