#sinema

Onun da galiba böyle bir derdi yok. Yaptığımız işin niteliği baştan seyirciyi sınırlıyor. Yarısı karanlıkta yarısı morgda geçen bir film üzerine kafa yoruyorsanız, sınır bellidir. Buna baştan razı olarak işe girdik. Seyirci zorlansın, kendi bulsun istiyoruz. Seyircinin beğenisine esir olma tuzağına hiç düşmedik. Cannes film festivalinde de gündeme geldi. Karanlıkta geçiyor, kadın yok. Ama her ne olursa olsun kendi sanat anlayışından taviz vermemek gerek.

Teknoloji olağanüstü bir ivme ile ilerleyişini devam ettiriyor. Sinemaya ilk başladığımda takvimler 1 Kasım 1963'ü gösteriyordu. Sinemaya 'Madam Tamara'nın Köşkü' filmiyle başlamıştım. O zamanlar eski tip kurmalı kameralarla çekim yapılıyordu. Ama şimdiye baktığınızda teknolojinin gelişmesi ile birlikte kameralar adeta evrim geçirdi. Şimdi bir fotoğraf makinesi ile bile film çekilebiliyor. Diğer yandan o dönem ki filmler 25-30 günde çekilebiliyordu. Şimdi ise bu süreler çok kısaldı. Aslında bu durum senaristleri çok zorlayan bir gelişme. Dizilere baktığınızda 4-5 günde bir bölüm çekilebiliyor. Bu durum da senaristin daha hızlı olmasını gerektiriyor. Senaristler teknoloji ile yarış halinde adeta.

Sinema bana ortaya bir mesele koyma, hayat hakkında anlatılması da biraz zor, belki genel anlamda çok kabul edilmeyen, ideolojik ve kabul görmüş egemen algıların dışında, bir şeyler yapma fırsat ve özgürlüğü veriyor. Bunun için sinema yapıyorum. Ve sinemanın benim için en değerli, mucizevi yanı da bu. Ortaya bir mesele koyup, bir şeyler anlatabilmek için bir anlamda, yol olarak karakter ve öykü yazıyorum. Belirli bir şeyi anlatmak çok da bana göre bir şey değil. Ki yeterince anlatılıyor. Zulümler, sınıfsal konular vs sinemada yeterince anlatılıyor. Ben de belki bunların arkasında olabilecek, daha muğlâk, daha benim de anlayamadığım şeyleri anlatmaya çalışıyorum. Bir tür anlama çabası gibi...

Dostoyevski benim için bir şoktu. Onu anlamam 10 yılımı aldı. Acı bizi birleştiren şey. Acı her yerde ve hepimiz onunla yüzleşmeliyiz. Benim bütün filmlerim onun hakkında. Dostoyevski, aynı kitabı tekrar tekrar farklı karakterlerle ve farklı durumlarla yazmış. Ben de aynı filmi tekrar tekrar yapmaya çalışıyorum. Konuyu değiştirmek bana oportünizm gibi geliyor, sanki siyasi ya da finansal sebeplerden yapılıyormuş gibi.

Yaptığım ilk filmi, savaştan sağ çıktığım için yaptım. Savaşın ortasında yaşayınca, onun hakkında bir şeyler söylemek, bu tecrübeniz hakkında konuşmak istiyorsunuz. Öyle sanıyorum ki yaptığım en iyi filmler de kişisel olanlar. Bütün bu filmler, bir öfkenin sonucu olarak ortaya çıktı çünkü ben bir şeyler hakkında sinirliydim ve bunu bir hikayeyle ortaya koymak istedim.

Asıl ismim Fahrettin Cüreklibatır sinema için uygun değildi. Cüneyt seçtiler. Babam da öyle istedi. Çünkü Türk Müslüman kahraman ismiydi. Arkın da Arkın kitabevi vardı. Biz okuduğumuz için bize parasız beğendiğimiz kitapları sağolsun veriyordu. Ona bir saygı göstergesi olarak Arkın'ı kullandık.

Bence sinemanın en direkt bağlantılı olduğu alan resim. Elbette diğer sanatlarla da kardeş ama resimle kurduğu ilişki daha başka. Hele ki renklere teslim olduğunuz bir dünyanız varsa ve anlatım dilinizi her şeyden önce renkler üstüne kuruyorsanız.

Ben bu sorunun ancak devletin sayesinde düzeleceğine inanıyorum. Son yıllarda güzel çalışmalar yapılıyor. Ben de bu konuda oldukça sıkıntı yaşadım. Eskiden Türk Sineması'nda da bu açıdan çok büyük sıkıntı vardı. Sinema, şimdi önemli ölçüde bu sorunu aştı. Müzik dünyasında da benzer gelişmeler olacağına inanıyorum. Bu konuda daha çok çalışıldıkça yarınlar daha güzel olacak.

Liste
Yükleniyor…