Kenan Evren

Neme lazım, Aksaraylılara hoş görünmek ve gönüllerini almak için, "Haklısınız, buranın il olması gerekir, ben bununla meşgul olacağım." der ve topu gelecek iktidarın üzerine atabilirdim. Fakat yetişme tarzım buna müsait değil. Neyi doğru biliyorsam onu savunurum. Memleketi bu hâle getiren yalan dolan değil mi? Oy alabilmek için ne olmayacak vaatlerde bulunurlar, vatandaşı nasıl kandırırlar... Zamanı gelip vatandaş, "Neden yapılmadı?" diye soracak olsa yine hiç çekinmeden, "Merak etmeyin, o işi yakından takip ediyorum. Kısa zamanda yoluna girecektir." demekten çekinmezler.

... Köşk'e gelir gelmez tuvalete girdim ve hüngür hüngür, rahatlayıncaya kadar ağladım ve açıldım. Hatıra defterine o gün ... şunları yazmışım: "Sözde cumhurbaşkanı oldum. Sevinmem lazım değil mi? Nerede!.. Her an yalnızlığın verdiği üzüntü içerisindeyim. Hep onu, her zaman onu düşünüyor ve düşündükçe de üzüntüm artıyor. Allah sabır ve metanet versin."

Eğer Kur'an-ı Kerim'deki bütün ayetleri emir olarak kabul etsek o takdirde bu asırda hırsızlık yapanın elini mi keseceğiz? Zina yapan kadına meydanlarda herkesin gözü önünde 100 sopa mı vuracağız? Yine Kur'an'da yazıyor diye köle besleyip gereğinde azat mı edeceğiz? Cariye bulundurup mecbur kaldığımızda onunla mı evleneceğiz? Kur'an'da yeri var diye erkekler isterse dört bayanla mı evlilik yapacak? Bu ne akıldır? Bu ne cahilliktir, anlamak mümkün değil.

Edindiğim intiba o ki Türkiye'de nüfusun büyük bir çoğunluğu Sünni olduğundan Aleviler üzerinde daima baskı yapmış. Onları kendinden kabul etmemiş. Hatta yanlış bir inanışla Alevileri Kızılbaşlıkla itham etmiş. Onlardan kız almamış, kız da vermemiş. Hatta ve hatta kestiği kurban etinden "Alevidir." diye onlara vermemiş. Öyle olunca onlar da özbeöz Türk olmalarına rağmen horlanmamak için ayrı köyler kurmuşlar veya şehirlerde ayrı mahallelerde oturmayı uygun bulmuşlar. Böyle olunca da bu iki grup birbirleriyle kaynaşamamış, birbirini sanki ayrı bir milletin ferdi gibi kabul ederek düşman kesilmiş. İşte her fırsat düştükçe ben bu konuya değinerek yapılanların yanlışlığını vatandaşlarıma anlatmaya çalışıyorum.

Öğrenciler de o okul için konmuş özel kıyafeti taşımak zorundadır. "Benim dinî inancıma göre yeşil renk Müslümanlığın sembolüdür, ben yeşil renkte önlük giyeceğim, başımı da yeşil bir örtü ile örteceğim, bacaklarım görünmesin diye önlüğümü topuklarıma kadar uzatacağım." diyemez.

15 EYLÜL 1980 PAZARTESİ - Halkımızın bankalara hücum ederek fazla miktarda para çekmelerinden endişe ediyorduk. Böyle olması da normal karşılanabilirdi. Hâlbuki o akşamüzeri aldığımız bilgilerden tam tersi olduğu ortaya çıktı. Bugün bankalara yatırılan mevduat, çekilenden daha fazla idi. Bu durum, halkımızın yeni yönetime duyduğu güvenin güzel bir örneğiydi.

Millî Güvenlik Konseyi olarak göreve başlayalı bir ayı geçiyordu. Bu arada Konsey üyesi arkadaşlarla görüşerek normal genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları maaşından gayri maaş almamaya karar verdik. Ben de genelkurmay başkanı lojmanından çıkıp Çankaya Köşkü'ne taşınmadım. Hatta cumhurbaşkanının zırhlı arabasını dahi almadım. Genelkurmay Başkanı olarak evvelden beri kullandığım makam arabasını kullanmaya devam ettim. Evden Genelkurmaya gidip gelirken ve şehir içindeki gezilerimde koruma polisi ve eskort arabası da kullanmıyordum. Hatta yol kavşaklarında kırmızı ışıkta arabayı durduruyor, yeşilde geçiyordum. Bir aralık beni ikaz ettiler. Koruma arabasının önde ve arkada beni takip etmesinin çok uygun olacağını belirttiler. "Peki." dedim. Ölmekten korkmuyordum. Ama pisi pisine vurulmak ve bu işi sonuca ulaştırmadan dünyadan çekilip gitmek de istemiyordum.

Kur'an-ı Kerim'de yerine getirilmesi gereken birçok iyi emirleri yerine getirmeyiz de işimize geldiğinden, erkek olarak kıskançlığımızdan, kadını bir mal olarak kabul etmemizden dolayı onları eve kapatmayı, yüzünü kimsenin görmemesini isteriz. Bütün mesele buradadır. Zavallı kadınlar ise ne ayeti bilir ve ne de okumuştur. Hoca öyle söylemiştir diye ona körü körüne inanmıştır. Kocasından da korkmaktadır. Eğer bilse ki o ayetler söylendiği kadar katı değildir, o zaman doğruyu bulacaktır.

Eski siyasi partilerin ileri gelenlerini evlerinde göz hapsine de alabilirdik. Ziyaretleri yasaklayabilirdik. Telefonlarını kestirebilirdik. Hatta evvelce işlediklerinden dolayı özel bir mahkemede mahkûm da ettirebilirdik. Bunu teklif edenler bulunmadı değil. Fakat ben hiçbirine itibar etmedim. O zaman belki hepsini kahraman edecektik. 27 Mayıs'tan sonra mahkûm edilenler ve idam edilenler şimdi kahraman olmadılar mı? Bunu düşünerek bu yolu tercih etmedim.

Bu gülen ve avuçları acıyıncaya kadar alkışlayanlardan bir kısmının ileride zaman geçtikçe değişmeye başlayacaklarını, siyasi partilerin kurulmasına müsaade edildiğinde beni unutarak o tarafa yaranmaya çalışacaklarını biliyordum. İnsan yaratılırken böyle yaratılmış. Herkesten dürüstlük, vefakârlık, kadirbilirlik beklenmez ki.

Param oldukça da dans zevkimi gidermek için barlara giderdim. Dans etmeyi sever ve iyi de dans ederdim. Ancak bardaki konsomatris kızlara acırdım. Hoşlansın hoşlanmasın, yorgun olsun olmasın, önüne gelenle dans etmeye veya içki içmeye mecburdular. Hatta ne kadar içki ısmarlatır ise o kadar fazla para alırlar. Kendilerini para karşılığı satan kızlara karşı daima acıma hissi duymuşumdur. Cemiyetin büyük yarası olarak devam edip gidiyor.

Öyle hâle gelindi ki İnönü'nün yurt gezileri bile engellenmeye başlandı. En çirkini de Uşak'ta başına taş atılması oldu. O taşı atan cahil vatandaş elbette kabahatli idi. Ancak ondan çok kabahatli olanı memleketteki siyasi tansiyonu bu derece gergin hâle getirenler idi. Bunların sonucu iyi mi oldu? Demokrasi bu mu idi? Vatandaşları birbirine düşman kamplar hâline getirmenin adı demokrasi olabilir mi?

12 Eylül 1980 Harekâtı'ndan sonra ne kadar büyük bir sorumluluk altında bulunduğumu o günleri yaşamış her Türk vatandaşı idrak edebilir. Bu harekâtın muvaffak olmaması demek, bir iç savaş sonucu Türkiye'nin parçalanması ve dolayısıyla bin seneye yakın bir zamandır bizim olan bu toprakların değişik ellere geçmesi, başka bir deyişle, Türklüğün ve Türklerin Asya'daki diğer Türklerin durumuna düşmesi demektir.

O Erbakan ki 30 Ağustos Zafer Bayramı'nın Anıtkabir'deki kısmı ile Genelkurmay Başkanlığında yapılan kutlama törenlerine katılmamış ve katılmayışına o günü Karadeniz şehirlerimizden birisinde vefat eden bir din adamının cenaze törenini bahane olarak göstermişti. Erbakan için bir hocanın cenaze töreninde bulunmak daha mühimdi. Esasen Anıtkabir'e gitmeyi başbakan yardımcısı iken dahi kerhen yerine getirmemiştir. 30 Ağustos Bayramı'na katılmayan bu kişi, Konya'da tarihteki 31 Mart provasına çekinmeden katılabiliyordu.

Ne olurdu Menderes; tarihî şahsiyet hâline gelmiş ve Atatürk'ün en yakın arkadaşı olan, uzun süre başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapmış İsmet İnönü'ye gerekli saygıyı gösterse, konuşmalarını daha ölçülü yapsa idi? Zararlı mı çıkardı? Aksine daha da kârlı çıkardı. Ama yapmadı. İsmet İnönü de keza çok ağır tenkitler yapmıyor değildi. Ancak tahrik ediliyordu.

Büyük bir çoğunlukla iktidara gelen ve hükûmet olan Demokrat Partinin almaya başladığı bazı kararlar ve yaptığı icraat, bizim gibi Atatürkçü gençler üzerinde bazı olumsuz etkiler yapmaya başlamıştı. Bunların başında Türkçe okunan ezanın yeniden "ezanı Muhammedi" propagandası ile Arapçaya dönüştürülmesi oldu. Bunun maksadı açıktı. Yobaz ve gerici, tutucu zümreyi memnun etmek ve onların desteğini sağlayarak uzun süre iktidarda kalabilmek. Ne Celâl Bayar ne Adnan Menderes ve ne de birçok bakan ve milletvekili dinine düşkün, beş vakit namaz kılan, oruç tutan kişiler değildi. Kaldı ki Atatürk'ün döneminden gelmiş bir hayli bakan ve milletvekili aralarında mevcuttu. Kur'an-ı Kerim'i iyi etüt etmediklerinden ve dini politikaya alet etmek istediklerinden dolayıdır ki bu kararı aldılar.

Liste
Yükleniyor…