Falih Rıfkı Atay

Cumhuriyet devrinin ikinci kusuru, müspet bilgiye dayanan ilk eğitim terbiyesini kasaba ve köye sokmakta geç kalması ve binlerce köye de hiç sokamamış olmasıdır. Japonlar eciş bücüş yazılarıyla dahi ilk eğitim görenler nispetini İsveç'ten sonra Garp dünyasında rekor derecesine çıkarmışlardır.

İki buçuk asırdan beri varlığı tehlikeye giren Türklüğün henüz tam kurtuluşa erdiğine inananlardan değilim. İleri Batı dünyası toplulukları içinde zekâmızın, kabiliyetlerimizin, irade ve cesaretimizin bize hak kazandırdığı şerefli yerimizi alıncaya kadar savaşımız en başta bir medeniyetçilik savaşı olmak kaderindedir.

Bir Osmanlı prensini ilk defa 1910 sularında Fenerbahçe yolunda görmüştüm. Açık körüklü, tekerleği yaldızlı, mavi atlas döşemeli bir fayton içinde; kostümü hemen hemen sarı, kozmetikli bıyıklarının iki ucu dimdik, genççe bir kadın görünce yarı beline kadar dışarı doğru sarkan, arabacısının yanında harem ağası ve peşinde uzun fesli hafiyeleri ile salnamelerde sadece isimlerini okuduğumuz şehzadelerden biri idi. Osmanlı tarihinde kurucu ve savaşçı padişahların destana benzer hikâyelerini ezberliyorduk. Bir Osmanoğlu'nun bu ilk görünüşünü bir türlü hayalime yedirememiştim. Yaşım hayli küçük olmakla beraber, onda bir piyasa züppesinin gülünçlüğünü sezindim.

Anadolu'dan Mustafa Kemal'in sesi geldiği zaman, o zaman, kalbim doğrulup kalktı. Kuru dala yeniden öz su yürüdü, tomurcuk kurusu üzerinde kırmızı gül açtı. Akşam'ın üçüncü sayfasının başsütununu siper gibi kazıp içine yerleştim. Hainlik, tehlike, ıstırap, korku; orada göğüs göğüse bir kavganın bütün acılarını tattım. Yalnız bir acı nedir bilmem: Ümitsizlik duymadım. Günün fıkraları onlardır. Sonra ne geliyor? Zafer ve sevinç...

Sakarya'ya yaklaşıyoruz. Bir millet olarak kalmak için harbetmek ve muzaffer olmak lazımdır. Tam o zaman da maliye durmuştur. İlim, ihtisas ve tecrübe Mustafa Kemal'e hükmünü söylüyor: — Hazinede para kalmamıştır, bulmak ihtimali de yoktur. İlim, ihtisas, tecrübe... Büyük kelimeler, büyük ve korkunç! Verdiği karar da şu: Türk milleti istiklalini ödeyemez! Aylık vermek için harbi bırakmak lazımdı. Mustafa Kemal'in kararı bu değildi, vatan ve istiklal idi. Ve en iyi kanunu arayıp buldu: "Milletin nesi var nesi yoksa yüzde kırkını vatan müdafaası için verecektir." Sakarya, Dumlupınar, İzmir ve Lozan; hepsini böyle ödedik.

Bir Türk Kudüs'ü yoktu. Bir Arap Kudüs'ü var mıydı? Hayır. Ne Katolik ne Ortodoks ne de Yahudi Kudüs'ü! Kudüs; haçlı alemli, Davud mühürlü sancaklar arasında göze görünmez orduların sessizce alıp verdikleri bir yer. Bu defa o şehrin bu yakasında Süleyman'ın olduğu kadar Yahudi olan Kudüs'ü görüyorum.

Zeytindağı'nda tarihin hakkını tarihe, Cemal Paşa'nın hakkını Cemal Paşa'ya verdim. Eserimde Cemal Paşa'nın, sırası geldikçe, büyüyüp parladığı görülür. Zaten doğrusunu isterseniz Meşrutiyet şahsiyetlerinde eser yazılmak değeri görenlerden değilim: Fakat Meşrutiyetin kendisini anlatmak lazımdır. Zeytindağı'nı bu maksatla yazdım. Cemal Paşa'dan çok bahsedişim, başka türlü yazmaya imkân olmamaktandır.

Sonra nasıl tarih okumuş bu? Osmanlı padişahlığı devri yalancı şahitli, rüşvetçi kadı mahkemeleri ile dolup taşardı. Her mahkemenin kapısı karşısında bir yalancı şahit kahvesi vardı. O devrin şeyhülislamları ve müftüleri değil midir ki İngilizlere kulluk ederek Anadolu'da vatanı kurtarmak için savaşan cihatçıları fetva ile "tekfir" etmişlerdir. Nasıl cumhuriyet memurudur bu ki cumhuriyete karşı padişahlık devrini ileri sürer? Nasıl cumhuriyet memurudur bu ki Anayasa korurluğu altındaki Medeni Kanun'un erkekle eşit kıldığı, açtığı ve her mesleğe serbest bıraktığı Türk kadınına hakaret eder? Nasıl din adamıdır bu ki dini, en kötü politikacılık yolunda "kirletmeye" cesaret eder?

Kıratça Napolyon'un alnındaki bir tutam kâküle bile değmeyen bu şımarık, gerçi 13 sene cihangirlik oyunu oynadı. Hem de çocuklar gibi boyalı tenekelerle değil, sezarlar gibi dipdiri insanlar ve sahici silahlarla oynadı. Seferberlikler onun seçtiği sahnelere sürü sürü Türk taşıdı. Boyalı aktör senelerce iskelet çiğneyerek, mahmuzu ile ölülerin etlerini yırtarak ve çamurlu çizmelerini yüz binlerce köylünün al kanında yıkayarak koca Osmanlı coğrafyasının o ucundan bu ucuna koştu. Osmanlı saltanatının yirmi otuz milyonluk halkı bu kızıl oyunun karşısında zincire vurulmuş bir seyirci hâlinde idi. Gözleri kupkuru, bomboş bakıyordu ve şüphesiz için için diyordu ki: — Allah'ım, biliyorum ki bu canavarı doğuran benim!

Bir padişah ki budalaca kuruntu yüzünden, yirminci yüzyılda, İstanbul'a elektrik sokmaz. Telefon getirtmez. Askere manevra fişeği ile de ateş talimi yaptırmaz. Donanmayı, eğer denize açılırsa toplarını Yıldız'a çevirip vurabilir diye ön köprü ile bağlı Haliç'te çürütür. Bir padişah ki okullarda edebiyat dersi okutmaz. Kuru övme dışında tarih dersi verdirmez. Aşk şiirini, romanını bile yasak eder. Kendi adıdır diye bir sabah uyanıp bütün kısa "a"lı Hamidleri uzun "a"lı Hâmid'e ve veliahtının adıdır diye bütün Reşad adlarını Neşet'e değiştirtir. Otuz üç yıl böyle bir padişahın hükmü altında çöküp giden bu memlekette 1965'te onu "Ulu Hakan" diye ananları deneme tavşanı gibi kullanılmak üzere akıl hastanesine yollamaz da ne yaparsınız?

Liste
Yükleniyor…