Halk ile halkın arasındaki nefretin mücadelesini, bunda özellikle çıkarı bulunan taraflar körüklüyor. İnsanları birbirine karşı getiren küçük, yurtsuz bir enternasyonal klik bu. Halkın huzura kavuşmasını istemiyor bunlar. Memleketin hem her yerinde olan, hem de hiçbir yerinde olmayan bir halk bu. Yetiştikleri bir toprağı da yok bunların! Fakat bugün Berlin'de oturuyorlar. Yarın, Brüksel'de. Ertesi gün, Paris'te. Sonra Prag, Viyana ya da Londra'da. Üstelik kendilerini her yerde “memleketteymiş” gibi hissediyorlar. Enternasyonal unsurlar olarak gösterilebilecek bir tek bunlar var. Çünkü bunlar işlerini “her yerde” yürütüyorlar. Fakat halkımız bu topluluğa uymaz ve onların peşinden gitmez. Çünkü halkımız kendi toprağından ve vatanından sorumludur. Devletinin ve insanlarının hayat tarzıyla yetinir.

Benzer Sözler

Esasen enternasyonalizm de, mevcut olan genel bir felsefi düşüncenin Yahudi olan Karl Marx tarafından açıkça bir siyasi doktrine çevrilmesinden ibarettir. Eğer önceden bu zehirlenme olmasa idi, her siyasi doktrinin, siyasi sahada muvaffâkiyet kazanmasına imkan olamazdı. Karl Marx, sadece çürümüş bir dünyanın kokan bataklığında, bilhassa zehirli olan maddeleri teşhis eden kimse oldu. Karl Marx, zehir saçan maddeleri eline geçirip, bunları dünyanın hür milletlerinin hayatlarını mahvetmek için bol miktarda kullandı. Ve bütün bu işleri kendi ırkının lehine yaptı. İşte Marksizm bugün kabul edilmiş felsefi sistemin özünden ibarettir.

Peki ne görüyoruz; sonsuz tamahkar bir plütokrasi ile karşı karşıyayız. Şunu ileri sürebiliyorum, her sömürgeci Türkiye büyük zenginlerinden daha az sömürgecidir. Artık bunlar için 'halkım' demek çok yersiz, her sömürgeci sömürdüğü halka bunlardan daha yakın ve insaflıdır. Her sömürgeci bunlardan çok daha 'kalıcı' ruh halindedir ve bunları, kesinlikle 'kaçıcı' tarif etmek zorundayız.

Sadece iki gazeteyi ve yalnızca bir temel niteliğiyle ele almak yeterlidir. Hürriyet ve Cumhuriyet'in kısa ve temel işlevleri, bozmaktır; Hürriyet, halkı ve Cumhuriyet de aydını bozmakla görevlidirler. Buradaki 'görev' sözcüğü, her iki gazetenin de bunu bir tür varlık nedeni ve 'devlet görevi' saymaları nedeniyle uygun düşmektedir. Cumhuriyet, 1968-1976 dönemini ayrı tutarsak, içinde bir de 12 mart kesintisi var, hep aydını bozuyordu. Hürriyet için ayrık bir zaman göremiyoruz.

Teorik plana gelirsek, bu açılımlarımla, bir alt üst olma ortaya çıkmaktadır. Müslümanlar, Tanzimat'a karşıdırlar, peki neden, İkinci Mahmut, orduyu lağvettikten sonra, yeniçerilik ve dolayısıyla Bektaşilik ile iç içe, kaynaşmış, zengin Yahudilerin boynunu vurduğu için mi? İbraniyet, İkinci Mahmut ile birlikte, Türkiye'de Yahudi siyasal gücünün kırıldığını yazmaktadır. Kırılmıştır. En zenginleri ve bu arada Filistin Yahudilerine yardım komiteleri başkanları boğulmuştur. Şimdi açıklık budur. Peki Müslümanlar, neden İsmet Paşa'ya kızarlar? İsmet Paşa karşıtlığını da bir Sabetayist sendrom sayabilir miyiz? İlahiyat Fakültesi'ni açan odur, uygulayamadığı Varlık Vergisini çıkaran da odur. Çok sert toprak reformu tasarısına kim karşı çıktı, C. Oral ile E. Sazak, her ikisi de İbrani asıllı büyük toprak ağası idiler. Öyleyse yeniden bakmak durumundayız. İslamcı düşüncede şu vardır: Abdülhamit Siyonistlere yüz vermedi. Hayır, benim bilgilerim bunu göstermiyor.

Işıktan, aydınlanmadan nefret eden bağnaz kişi ve gruplar sadece kendi hayatlarından değil de bir toplumun gününü ve geleceğini etkileme, şekillendirme konumuna gelirlerse, yandı gülüm keten helvası! Demokrasi kültürü eksik, yüreklerinde efradı dışındakilere duydukları derin kin ve nefret duyguları ile beslenen bu kişi ve grupların, musallat oldukları toplumlara, ülkelere hatta dünyaya kan ve gözyaşından başka hiçbir bir şey getirmediği ve getiremeyeceği tarihten alınması gereken en önemli derstir.

Yaşamımızdaki ışığın, aydınlığın dinamosu akıl, mutluluğun kaynağı ise sevgidir, aşktır ve hoşgörüdür. İnsanın yaşamında oluşan gölgeler, karanlıklar akla sırt çevirmekle, mutsuzluk ise sevgi ve hoşgörünün nefrete dönüşmesiyle oluşur. Aynı zaman dilimi içerisinde yaşayan insanların bir bölümünün yaşamlarına akıl ve sevgi şekillendirirken, çağın gerisinde kalmışların yaşamlarına sorgulanmamış itikatlar, alışkanlıklar, masallar ve de kendi çemberlerinin dışındakilere karşı duydukları kin ve nefret yön verir.

İkincisi kâğıt ve sandık demokrasisidir. Okuma yazma bilsin bilmesin; toprağı, işi olsun olmasın, demagojiyle serseme çevrilen halk, bir sandığa elindeki kâğıdı atar. Böylece kendi kendini yönetmiş sayılır. Bu oyundur, kolaydır. Amerika bu demokrasiyi yayıyor işte. Biz demokrasinin kolayını seçtik, çok şeyler göreceğiz daha…”

Halk cahil, cumhurbaşkanını halkın seçmesi kadar tehlikeli bir şey yok. Geçen çok üst düzey bir komutanla konuştum. O da diyor ki; 'Yani hedefleri belli' diyor. Yani efendim demokrasi, insan hakları, özgürlük bunların hepsi bahane. Fevkalade tehlikeli, cumhurbaşkanını halkın seçmesi. Türk halkının seçmesi kadar tehlikeli bir şey yok. Çünkü Türkiye Fransa, İsviçre değil, halk cahil.

Bütün halkları 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’nda Kürdü, Türkü, Alevi ve Sünni’si ile bir araya gelsin bu çok önemli, “Diyarbakır’da da kalenin etrafını dolduralım. Barış zincirini kuralım. Bunların hiç biri masal değil. Yeter ki halk gönülden istesin.

“Ben yaptım” demek hiç doğru değil, yediğimiz ekmekten içtiğimiz suya kadar her şeyden vergi topluyorsun. Benim paramla yapıyorsun. Sonra karşıma çıkıp ben yaptım diyorsun. Hayır efendim, asıl ben yaptım. Sen sadece konuştun.

Oysa ki son iki yüzyıllık tarihi kazıların ve bilimsel araştırmaların ortaya vurduğu gerçek şudur ki, İbrahim hikâyesi eski Babilonya'da Abarama adıyla bilinen bir çiftçinin ya da Hint efsanesinde Brahma adıyla anılan Yaratıcı'nın yaşamlarından alınmış masaldan başka bir şey değildir. Tevrat'a göre İbrahim, Nuh'un torunu olan Terah'ın oğullarından biridir. İbrahim'in iki oğlu olup bunlardan biri İsmail'dir ki Hacer adındaki cariyesinden doğmuştur. Diğeri ise İshak olup Sara adındaki eşinden olmuştur. Yahudiler kendilerini İbrahim'in ve onun oğlu İshak'ın ve onun oğlu Yakup'un soyundan bilirler.

Hemen belirtmek isterim ki, bu savaşımımda bana en az destek güç..., kendi öz çevrem sayılan Üniversite olmuştur. Üniversite dışından ve özellikle Anadolu'nun çeşitli köşelerinden, çeşitli kentlerinden ve halk sınıflarından gelen umutvari yazılar, mutluluğumu ve şevkimi ne kez artırdı ise; gerici mihrakların Üniversite çevreleriyle, profesör unvanını taşıyan kişilerle işbirliği yaparcasına karşıma dikilmeleri, yalan ve iftira yöntemleriyle saldırıya geçmeleri beni o ölçüde üzmüştür...

Liste
Yükleniyor…